top of page

Şiir Gibi Ülke : İran


Ön Söz Gibi Bir Şey ...


Bu yazıyı ilk olarak kendime yazıyorum...

Kendime çünkü; insan gider, görür, yaşar, öğrenir de, sonrasında da unutuverir işte. Yaşananları unutur, ne kadar unutmak istemese de, çok özel unutulmaz olsalar da, unutulur işte kahretsin. ''An'' lar geriye döndüğümüzde, anlamsızca kavgasını verdiğimiz düzen içinde köleleşmek için unutulur, önemsemeyip değerini bilmediğimiz ve tabi ertelediğimiz için de. Galiba ben; çabukça önemsemeyip ve erteleyip unutanlardanım. Sizde farklı mıdır bilmem ama kokular bende unutulmaz. Bu sefer, gördüklerimi unutmaktan çok korkuyorum ve biliyorum; ne kadar yazsam, anlatsam da resmini, videosunu çeksem de olmayacak... Sabah uyandığımda aldığım kokuları, misafir edildiğim sıcak yorganları, hediye edilmiş gülümsemeleri, anlatamayacağım. Anlatılamayacak şeyler olsa da, bu yazıyı kendime minik bir anımsatıcı, beni gerçekten dinlemek isteyen dostlara bir anı, bu yolu yapmak isteyenlere bir kaynak, başta sevgili ailem ve bana inanan tüm sevdiklerime de, ''ben oralardaydım '' demek için yazıyorum.





BÖLÜM 1


Dubai' den Türkiye'ye İran için gitmek...


Bu gezi güncem, 2017 yılının büyük bir bölümünü, planlama ve gitme ile kapsamış, motosikletim ile yaptığım, 2018 yılının ilk günlerinde yazılmış, İran ve birazda Türkiye gezisini anlatmaktadır. Tüm gördüğüm ülkelerin en etkileyicisi olan İran'ı yazarken; tüm hikayeyi 2 parça halinde, sıkıcılık kıvamında uzun, derin bir motorcu kafasıyla yazıp, sonrasındaki yazılarımda bu kadar duygusal olmamayı planlıyorum 😬...


Ve başlıyorum...


Yol aslında sizi çağırır, motosiklet ile gitmek yolu dinlemektir. O yol sizi çağırır ve bilir sizi nereye götüreceğini, sadece karar verilmesi gereken şey; ne zaman ve nasıl gideceğinizdir. Bazen size gittiğiniz yeni bir yer hiç yabancı gelmez ya, hani Deja-Vu gibi olur; kokular, insanlar, gülümsemeler, renkler ve ayrıntılarda ki gariplikler bile size tanıdık gelir. İşte İran 2010 yılında sevgili dostum Cihan ile yine motorize olarak yaptığımız ilk ziyaretimizde, benim için böyle bir etki yaratmıştı. Taa o zamanlardan gelir, bizim Aşk...

Resim 2010 yılı. İlk İran gezisinden.


İran bize o kadar yakınken, bir o kadar uzak gözüken, sadece Dünyalılar ile İranlılar varmış gibi oluşturulmuş bir sınırın, diğer tarafında yaşayan binlerce yıldır şiirle sarhoş olmuş o güzel insanların ülkesi. İlk ziyaretimizden beri yine oralara gideceğim günleri düşündüğüm, içimde büyüttüğüm o güzel ülkeye sonunda gidebileceğim bir zaman aralığım, hayallerim ve motorum vardı. Bu sefer rotam ve gezi güzergahım biraz farklı olacaktı, çünkü artık Birleşik Arap Emerliklerinde de yaşamamdan mütevellit, yolculuk bu ülkeden başlayacak ve Ana vatan'da duraklayarak, tekrar dönüş yolu İran üzerinden olacaktı. Vay be ! İki kere İran. Kafalar ve planlar bu hayallere paralel yeşerirken, aslında hazırlıklar da yapılmaktaydı, tam 7 yıldır o ilk İran'ı gördüğümden beri …

Dubai Touring Kurumu

Hazırlıklar başladı, coğrafya ya yönelik ekipmanlar seçildi. Mevsim uygun, ekipmanlar tam, fiziksel kondisyon yerinde fakat zaman kısıtı vardı. Maksimum bu bölümü 9 günde bitirmeliydim.

''Motosikleti Yerleştirmek Bir Sanattır''



Motosiklet ile ilgili: Motosiklet ile uzun bir seyahate çıkılacak ise; azda olsa teknik bir şeyler bilinmeli... Teknik derken motosiklete teknik yaklaşılmamalı, onu iyi tanımalı sezgiler ile siz ve motorunuzun yol ihtiyaçlarını iyi planlayıp tedarik etmelisiniz. Sezgiler, deneyimlerle sabittir 🤯.

11 Nisan; Gemiyle İran…


Aslında bu sefer yol ilginç bir şekilde gemi yolculuğuyla başladı. 8 saatlik bir yolculuk ile UAE (Birleşik Arap Emirlikleri)- Sharjah dan kalkan İran'a ait oldukça eski bir Ro-Ro gemisiyle İran’ın güneyindeki Bandar Abbas şehrine ulaşacaktım. Gemi genel olarak bavul ticareti yapan, iki ülke arasında akraba ziyaretine giden insanların kullandığı ve benim gibi gezginlerin de olabildiği bir gemi. Haftanın 3 günü kalkıyor. İran ve UAE tarafından da saat gece 10' da kalkıp, denizin durumuna göre ortalama 9 saatlik bir yolculuk ile karaya ulaşıyorsunuz. Gemide 3 gezgin çift ile tanıştım, içlerinden bir tanesi Tom & Anna idi. Hollanda' lı bu tatlı çift UAE de çalışırken, işlerinden ayrılıp uzun bir süre hayalini kurdukları Asya gezisini yapacaklardı. Hikayeleri müthişti! Hayatlarını bu hayale odaklayarak paralarını biriktirmiş ve işlerden ayrılarak, 4 aylık bu serüvene çıkıyorlardı. Web Siteleri burada ...

Müstakbel Gemim ve Yoldaşlar

Gemide genel olarak uyuyabileceğiniz bir ortam yok, ben biraz zorlayarak bir yer buldum ama yanlış bir seçim olduğunu önümüzde ki 10 gün boyunca acı bir şekilde anlayacaktım. Bu başlangıç, bütün yol boyunca belimin oldukça kötü bir şekilde ağrımasına ve benim oldukça zorlanmama sebep olacaktı. Ama yemekler güzeldi 😁.



Evrakçıklar



Bu gibi yolculuklarda, ülke sınır kapıları genelde her türlü sıkıcı, sabrınızın denendiği ve belki de ülke içinde bir daha asla göremeyeceğiniz kötü durumlar ile karşılaştığınız yerler olur.




Nitekim İran'da daha önce tecrübe ettiğim ve beklenen en sıkıcı kısma gemiden iner inmez toslamıştım. İran macerası beklenildiği şekilde başlamıştı. Sabah 8 de limana ulaşmış olmamıza rağmen, öğleden sonra 3 de işlemler bitmişti. Ve ben gün sonunda varmayı planladığım Şiraz'a, umduğumdan daha uzun olan gecikmeler yüzünden gün sonunda ulaşamamış olacaktım.


Ülkelere giriş ve çıkışlar, bu gibi yolculuklarda tam bir sabır- zorlama, bir şeyler ters gittiğinde; ulen tüm ülke bu şekilde kötü mü geçecek? sorun salının başlangıç yeri olabiliyor. Neyse ki tahminimce yarısı bürokratik gereksizlikler dolu işlemler bitmişti.

İran' da gümrük işlemlerini 50 $ karşılığında yapan arkadaş

Artık yollardaydım. Hava, UAE den biraz daha serin ve nem oranı düşük olmasından ötürü gayet motorluktu. Şehir içine girmeden hemen önce, gemide tanıştığım diğer gezginler ve aylar öncesinde irtibat kurduğum gümrük işlemlerini benim adıma halleden İran' lı arkadaş ile vedalaştık.

Kapıdan Çıkar çıkmaz, motorcu kafası çalışmaya başladı; hava kararma zamanı, yol durumu ve en önemlisi karın açlığı. Saat o kadar ilerlemişti ki bir anda kişisel GPS izleme cihazımdan ne kadar uzun zamandır mesaj atmadığımı fark ettim ve hemen gönderdim eşe dosta; '' ben iyiyim, yola devam''.


Amacım yaklaşabildiğim kadar Şiraz'a yaklaşabilmek, hava çok kararmadan en yakın kasaba ya da daha büyük bir yerleşim yerine varmak veya en kötü korunaklı bir yerde çadır kurmaktı.

Kaskımda, genelde gündüzleri yol alacağımı düşünerek taktığım karartmalı vizör (kask camı) bulunmaktaydı ve genel olarak bu vizörü pek değiştirmek istemiyordum. Çünkü yola çıkmadan önce kendi kendime verdiğim en büyük söz; ''ONUR karanlıkta yola devam etmeee'' idi ve bu yüzden karartmalı vizör benim bir çeşit alarmımdı. Hava kararmaya başladığında, karartmalı vizörden dolayı artık yolu ve ayrıntıları seçemez olduğumda, hatılıyordum ki; ''Onur sözünü tut; disipline uy!!! dur ve kalacak yerini düşün artık !!!...


Motosiklet kullanırken, genel olarak doğada gezinen diğer canlılardan farksız, fakat altında ki Demir atın gücüyle tarifsiz bir ayrıcalıkla yol alan, bir devrimci gibi ulaşırsınız hedefinize. Devrimleriniz aslında; egzozda ki patlamalar, virajlarda ki hazdan çok, kendinizde ki sezgileri nasıl dinlemeniz gerektiğini öğrenmeyle başlar. Belki ilk uzun turunuzda olmaz, belki de hiç bir zaman olmaz, olamaz. Bu birazda motosiklete nasıl ve ne için bindiğiniz ile ilgilidir. Aslında motosikletin bir araçtan fazlasının olduğunu anlamak, kendinizi tanıyıp, sezgilerinizi motosiklet ile nasıl şahlandırdığınızı bulmak ile başlar. İnsan sezgilerine güvenmeli. Motosikletin sizin sezgileriniz ile yola dokunduğunu öğrenmeniz, sizin bir yerlere varmak ile orada olmak arasında ki büyük farkı anlamınızı sağlar. Doğa size tüm sinyallerini verir aslında, bir dağcının zirveye tırmanışının ilk anında, küçümseyip o zirvenin asıl sahibi Dağ'a meydan okumasıyla başlar ve sonrasında asıl sahibinin izin verdiği sürece, dağcının zirveye çıkabileceğini öğrenmesiyle devam eder. Ama asıl devrim, Dağcının Dağ'la konuşmayı öğrenip, boyun eğdiği sürece O Dağa çıkabildiğini anlayabilmesidir. Doğa size tüm sinyalleri gönderir, almak bizim devrimimizle ilgilidir. O koca Demir yığınını sezgileriniz ile kullanmayı, doğadan gelecek her türlü sinyalin size olan etkisini okuma işidir aslında motor işi, pek de basitçe bir şey değildir vesselam. Bu sezgisel motorcu-Jedi (Star Wars kafası) olma işinin, belli bir kuralı olduğunu sanmıyorum da neyse...


İşte tam hava kararmaya başlamışken; sezgilerim ve karartmalı vizörüm hatırlatma sinyali vermişti ki, artık durmam gerektiğini emrettim kendime. Ana yoldan ayrılıp yakında ki bir yerleşim yerine girdim, ilerlerken İran da otellerin ne kadar kısıtlı olduğunu bildiğim ve otel olması beklenilmeyen bir yerde olduğum halde; güzel şirin bir otel çıkıvermişti karşıma. Dedim ya sezgiler 😁 önemli... Yola çıkalı 450 KM olmuş ve hedef Şiraz'a daha 200 küsür kilometre vardı ama sezgilerim beni buraya getirmişti.

İran' da ki ilk günüm planladığımdan daha fazla gecikmelerle dolduysa da güzel başlamıştı. Çalışanların çok samimi olduğu, ilgi ve alakanın doruklardan hiç inmediği bir mekanda kalıyordum. Yemekler yine o özlediğim lezzet ve farklılıktaydı. Bir yerleri arkanızda bıraktığınızda; neresi olursa olsun, özlenilen ne yemek ne de yol, aslında insanlardı. Bu samimi otelde karnımı güzelce doyurduktan sonra, biraz elektronik düzeneklerimin durumunu kontrol etmiş, tüm pilleri şarja takmış ve ertesi sabah İran'da ki 2. günüme süper huzurlu uyanmıştım.

İran'da ki ilk günümde kaldığım minik samimi hotel önü çekimleri

Oteldeki tüm personel ile seremoniik kaynaşma aktivitesinden sonra, tekrar yola çıkmak için hazırdım. İran'da ki bu otelde ki insanlar ile birbirimize o kadar samimi şekilde yaklaşımlarda bulunmuştuk ki tüm personel beni geçirmek için kapıda bekliyor, iyi dileklerini sunmak ve sonrasında ihtiyaç duyarsam diye telefon numaralarını vermek için adeta birbiriyle yarışıyorlardı. Buradan ayrılırken, gözümün içine bakıp rotam üzerindeki şehirlerde kalmam için akrabalarını öneren o samimi insanlardan ayrılıyordum. Buraları arkanızda bırakmak; sizin ve benim o uçakla gittiğimiz yerlere gidip oraları tüketmek, sonrasında da terk edip, instagram da ki fotoğraflarda yalnız bırakmak gibi değildi. Dedim ya siz buraya devriminizle, orayı var eden hikayeleri, yolları aşarak gelmiştiniz.


Yollar ile bir yerlere varırken, başladığınız noktadan ulaştığınız noktaya fiziksel bir taşınmanın yanında, aslında yaptığınız ruhunuzu besleme işidir. Yeni şarkılarla, yeni hikayeler ve dostlarla... Motorun tekerleklerinin dönmesiyle, tüm dertleri ve tasaları, egzozdan çıkan dumanla birlikte ruhundan sıyırıp atarsın ve attım da. Artık o özlediğim topraklardaydık. İran da, yollarda, yalnız ve motorumla... Şehirden, patrondan, koşuşturmadan, yalandan uzakça mükemmel yollarda ve süper bir havada ilerliyordum. Çığlık atmaya başladım, kaskımın müziğini kapatıp motoruma naralar atıyordum coşkudan. Ben yollarda hep bunu yaparım.

Motosiklet ile yapılan bu tarz seyahatlerde en sevmediğim konu ayrıntılardır. Yola çıkacağınız motosikletin, yanınıza aldığınız malzemelerin ve bilumum tüm araç gereçlerin ayrıntılarını bilmeli ve detaylı şekilde de tüm süreci planlamalısınız. İşte bu yüzden motorun  '' Bin ve Git '' i yoktur. Yoktur ama öyle bir şeydir ki bu meret, bir kere tekerlekleri döndüğünde, rüzgarın o okşayıcı, ritmsel gücü sizi ve motorunuzu okşamaya başladığında, dünya durur ve sadece uzaklara devam edersiniz. Özgürlükle, kendi iç sesinle karışık, biraz yalnızlık ve biraz da virajlarda ki o tarif edilmez hazzın yaşattığı doruklar, senin yaşam kaynağın oluverir. İşte hem merak ettiğim ve bulunmayı hayal ettiğim bu topraklarda, yıllarca hayalini kurduğum üzerinde oturduğum bu çelik at ile sahnelerde, seyircisinin de sadece kendimin olduğu güzel bir resitalde gibiydim.

Yolları, bir sonraki virajı hayal ederek, sessiz ovalardan gül kokulu tarlalardan aşıyordum. Birden, yola çıkmadan önce İran hakkında bilgi toplarken gözüme ilişmiş Mahalue Gölü, önüme çıkmıştı. Gerçekten bu tesadüf benim için büyük bir sürprizdi, eşsiz renklere sahip bu göl, her ne kadar planlamasam da önüme çıkıvermişti.. Bu gölde 2 saate yakın bir zaman geçirdim ve çaktırmadan Drone çekimlerimi de yaptım.

Maharlue Gölü - Renk Gerçektir 😮

Bu yolculuğun ilk kısmı olan Dubai'den Türkiye etabının, zamanlama ve rota hesaplamasını ister istemez belli bir sınırda tutmak zorunda kalmıştım, sıkıla sıkıla. Malum, iş güç, ekmek kavgası, emperyalist yönetici terörü ve TR ye varma sonrası için planlanmış minik bir Avrupa turu yüzünden; ilk etap ruhen ve yol disiplini olarak biraz katı bir atmosfer de geçecekti. Geçti de...


Merhaba Şiraz...

3. Gün - ( 632 Km Yol+280 Km Deniz )


Şiraz ismini duyunca ilk olarak insanın beyninin, içelim güzelleşelim bölümünün harekete geçtiği bir gerçek. Aslında bu düşünce doğruluk payı olan bir yerden geliyor; İran'a yaptığım önceki gezimde de tanıştığım bir çok insan, evlerinde yaptıkları votkalardan gururlanırken, sonrasında her biri dönüp dolaşıp bu topraklarda yetişen üzümlerden yapılan ve atalarının bulduğu Şarap'ın eşsiz tadı ile ününden mutlaka söz ediyordu. Lakin 1979 İran Devriminden sonra, gerçekten tarihlerinde önemli bir yeri olan şarabın, üzüm ve bağlarıyla Şiraz' dan koparılması çok üzücü.

Şiraz ile ilgili: Bu hikayenin ilk bölümündeki Şiraz' da, dolu dolu 2 gün geçirmeme rağmen biliyordum ki eksiklikler olacaktı. Bir şekilde kokusunu almam, orada şöyle derince bir nefes alıp, kafalara o anı kazımam gereken yerler vardı. İçimde kalan Şiraz'a, 2. bölümde istediğim zamanı ayırabilecektim.
Arg of Karim Khan-Shiraz

Şiraz; kafalardaki İran hakkındaki ön yargı kirliliğini yıkmak, yada Şiraz'a kadar çoktan yıkılmışsa da güzelce inşa etmek için mükemmel bir lokasyon. Çünkü Şiraz Pers İmparatorluğunun o ihtişamlı başkenti olan Persepolis antik kentine çok yakın bir şehir. Ayrıca bu şehir birçok ünlü, eşsiz Pers sanatının zarafetiyle inşa edilmiş camileriyle ve de müthiş dondurmasıyla ünlü bir yer.

Şiraz'ın tarihi evleri

Şiraz'a vardığımda, uzunca zamandır gitmek için hayalini kurduğum Persepolis'e bu kadar yaklaşmış olmak bile beni heyecanlandırmaya yetmiş, fakat kalacak yer bulmakta fazlasıyla zorlanmam, beni oldukça yormuştu. Resmi tatilin hafta sonuyla da birleşmesinden dolayı, tüm oteller ve hosteller dolmuş, koca demir atımla birlikte şehirde saatlerce dolaşmak zorunda kalmıştım. Daha önce irtibata geçtiğim dostların önerdiği bir hosteli, dibine kadar gittiğim halde ( dibine kadar gittiğimi dönüş yolunda orayı bulduğumda anlayacaktım ) bulamamış, İran şehir trafiğiyle kötü bir yüzleşme de yaşamıştım.

Şiraz'ın inanılmaz dondurması

Şiraz'a girdiğinizde tipik bir Orta Anadolu şehrine girmişcesine bir Türkiye anımsaması yaşıyorsunuz aslında. Şiraz'da sokak yemekleri nefis, etin tadı tüm İran'ın genelinde olduğu gibi Türkiye'yi anımsatan güzellikte, fakat daha bir akılda kalıcı. Ama bence asıl unutamayacağım şey dondurmaydı. Hemen her sokakta karşınıza çıkan nohut ve bakla haşlamasını karabiber ile satan satıcılar var. İran, hani küçükken bize öğretilen '' Türkiye kendi kendine yetebilen, dünyada ki sayılı ülkelerdendir'' geyiğinin, günümüzde ki gerçek yansımasıdır. Gerçekten bu ülkede gittiğiniz her yerde, İran'ın kendi ürün ve markaları ile belkide başka hiç bir yerde göremeyeceğiniz Endüstriyel çözümlerini ve kapalı ülke ekonomisinin ne demek olduğunu görebiliyorsunuz.


Ertesi gün için amaç, erkenden Persepolis'e gitmek ve sonrasında Esfehan'a ulaşmak alacaktı.


Persepolis; Seni varedenler ile gerçekten tanışmak isterdim.


Persepolis' de her duvar başka bir sanat eseri.

Persepolis'de olmak, Şiraz'ı ve aslında tüm İran coğrafyasını derinliliğiyle anlamak için çok önemli bir nokta. Bu tarihi şehir Pers imparatorluğunun en ünlü ve en görkemli başkenti. Antik kentin yeri aslında İran'a düşünülecek bir ziyarette öncelikli olarak görülesi 2 büyük şehrin, Şiraz ile İsfahan'ın arasında bulunmakta. Bu yüzden Persepolis'i, İran'a gelen herkesin görmesi gerek. Çok iyi korunmuş bu tarihi şehir, Büyük İskender'in Pers imparatorluğunu yenmesi ile yakılıp yıkılmış ve 1940 yıllarında yapılan kazılardan sonra, pek de bir şey yapılmadan biraz ilgisiz bırakılmış. Altta ki resimlerde görülen ana giriş kapısından görkemli bir giriş yaptığınızda, şehrin ihtişamı tüylerinizi diken diken etmeye hemen başlıyor.

Perseoplis şehrinin ana giriş kapısı
İran ile ilgili: İran için Türkiye vatandaşlarına vize uygulanması yok. Eğer ki araç ile gideceksiniz, bulunduğunuz ülkede ki Touring kurumundan aracınız için triptik belgesi almalısınız.

Bu antik kent, bir kayalığın üstüne oturtulmuş , sanki sanat ve görsellik adına o dönemdeki tüm kaynak ve yaklaşımların sergilendiği bir açık hava sanat galerisi gibi. Pers uygarlığının, Dünya'nın ilk tek tanrılı dini olan Zerdüştlük dinini benimsemiş olması ve bu dinde köleliğin yasak olmasından dolayı şehrin inşasında, o dönem imparatorluğun hâkim olduğu bir çok medeniyetin sanatçıları çalışmış.

O dönem İmparatorlukta bulunan bir çok etnik grubun, yaşayış ve inanç özgürlüğünün olduğunu ve ayrıca köleliğin yasak olduğunu düşündüğümüzde; böyle büyük bir antik kentte kullanılan iş gücünün, bu kentin her duvarını özgürlükçü ve tamamen bu medeniyete özgü bir sanatın etkisiyle var ettiğini düşünmek, sizi daha da etkiliyor.

Tüm İran'da da olduğu gibi, buradada müze ve herhangi bir ören yerine bile girerken, 20 ile 40 TL aralığına denk gelen paraları ödüyorsunuz. Fiyatlar 4-5 mekândan sonra can sıkmaya başlıyor, bu antik şehrin girişi 30 Bin Tümen yani 30 TL civarı. İran parasını elinizde aldığınızda bol sıfırlar ve büyük destelerle kendinizi zengin hissedebilirsiniz 😍.

Bu kenti gezmeye devam ettikçe, Perslerin nasıl da derin ve sanatla dolu insanlar olduğunu görüyorsunuz. Kenti çevreleyen 2 büyük tepede dönemin 2 büyük Kralının kaya mezarları bulunmakta. 1. Darius'un inşasına başladığı tepeden, zamanında Pakistan'dan Bulgaristana kadar hâkimiyet sürmüş ve dünya nüfusunun yarısından fazlasını yöneten bu başkente bakmak ve o dönemi hayal ederek kahve yudumlamak süper oluyor.

İran' da Persepolis kentine bakarak espresso içmek.

Aslında gönül ister ki Şiraz'ın şaraplarını yudumlayarak bu kenti izlemek, ama işte...


Enteresan bir rastlantı da, bu geziyi tamamladıktan 10 gün sonra Loure -Fransa müzesini ziyaret etmem ve müzede ki kocaman Persepolis bölümün de, 10 gün önce gerçeğinde dolaşan biri olarak bulunmamdı. Tabi her zaman ki gibi ruhsuz müze duvarlarını, çalıntı ruhlarla doldurma çabası gibi; bir çok eserin bedeninden sökülüp getirilmesiyle duvarlar Persepolis'in koca koca eserleriyle doldurulmuştu. Bu gibi durumlar, özellikle komple sökülüp, müzelere taşınan tarihi şehirler, ( Pergamon Sunağı - Berlin), beni baya kötü hissettiriyor. Bu yüzen bazen müzeler bana, hayvanat bahçeleri gibi geliyor; Uganda'nın kusursuz ormanlarından koparılmış bir dağ gorilinin, insanlar için para kazanma malzemesi olarak minik küvezlerde sergilenmesi gibi.


Persepolis'i gezmiş, görmüş ve hayatımda gitmeliyim dediğim bir yere daha tik atarak buradan ayrılmak için sevgili motosikletimin yanına ulaşmıştım ki; sevgili Tom ve Anna'nın minik ama inanılmaz etkileyici sürpriziyle karşılaştım. Gemiden indikten yaklaşık 600 km uzaktaydık, gemide tanıştığım gezginler ile başka yerlere dağılmış ve bağımsız rotalarımıza devam ederken, ben Persepolis'i gezmeler deyken, onlar benim motorumu görmüş ve bu notu çantalarımın arasına bırakmışlardı.


(Bu not şu anda salonumda ki duvarda asılı).

'' Onur Abi'' ile başlaması şundandır; Tom Erasmus'u Türkiye'de yapmış.

Dubai'den çıkalı henüz 3 gün olmuş ve halen coğrafik şartların pek değişmemesinden dolayı; havalar öğle saatlerinde biraz sıkıcı olmaya devam etmekteydi. Günlük planlarımda Persepolis'e 2-3 saat ayırmama rağmen, hayranlık ile öle bir dolaşmış ve keyfini çıkarmıştım ki neredeyse tüm günümü burada bitirmiştim.


Şiraz, öyle 2-3 gün için ''hafta sonu bir gidip geleyim, hemde yemeklerini de yerim'' mantığına sığacak bir yer değil. Gideceksin, parklarında oturacak, insanları izleyecek, lokantalarında yediğin eşsiz yemekleri var eden emeğin geldiği tarlalara, köylere gideceksin. Sonrasında Persepolis'de kral mezarlarının olduğu tepelerde oturup uzaklara bakarken, ruhları dinleyeceksin ve daha yapılacak bir sürü şey varken, istemeye istemeye bıraktığın bu şehri terk edip, hep özleyeceksin.


Yollar Dubai'den başladığım günden bu yana en belirgin şekilde Şiraz-Persepolis' den ayrıldıktan sonra bu denli değişmişti. Yolların kıvrımlarında ki sürprizler, ekinlerin çeşitliliğiyle kaplı tarlalar değişmişti. Bu tarlalardan yola savrulan türlü çiçekler, kokular ve bu kokuların ait olduğu tarif edilemez anlatılamaz renkler vardı. Ha birde değişmeyen tek şey, Motosikleti durdurduğunuzda size samimiyetle gülümseyen insanlar ve bu insanların sizden aldığı ilham ile size nasıl hayalleriyle baktığını görmek vardı.


İran ile ilgili: Ülkede Tümen ve Riyal olarak 2 farklı para birimi kullanılmakta; Tümen, Riyal' in 10 katı. Yıllardır uygulanan ambargo yüzünden, kredi kartı kullanamazsınız. Fakat genel olarak her yerde dolar geçiyor. Bu ne lahana turşusu durumu😬.

Ülkede kullanılan paranın çift isimde, bol sıfırlı olmasından dolayı çok fazla para ile dolaşma zorunluluğu, benim gibi tüm turistlerin de kafalarını karıştırıyor. Fakat bu durum, tüm halk tarafından normal karşılanıp, alışverişler de saymakta zorlandığınız paraların, satıcı tarafından elinizden alınıp, karşılıklı güven ortamında, ödenecek tutar sonrası kalan paranın size geri teslimiyle son buluyordu ( Türkiye' de bu durum olsa nasıl olurdu hayal bile edemiyorum).

Genel olarak bir turistin bulunduğu yabancı herhangi bir ülkede; gözünün açık olma, arkasını kollama zorunluluğu ile güvenlik gibi sakınmaların, belkide Dünya üzerinde en asgari düzeyde olduğu ülke İran olabilir.

İran ile ilgili: İran' da bir turistseniz; çekeceğiniz fotoğraflara yani makinenizi nereye doğrulttuğunuza ve nerede çekim yaptığınıza çok dikkat etmelisiniz. Yoksa başınızın belaya girmemesi anormal.

Bu yol hikayesinin ilk bölümü olan Dubai'den - Türkiye ayağının ilk amacı Şiraz ve Persepolis idi. Şiraz' da olduğum 3 gün boyunca her ne kadar zaman yeterli gelmese de, bu güzel toprakları koklamak, motorumla yollarını aşındırmak gerçekten beni çok mutlu etmişti.


Bir sonra ki hedef İsfehan' dı ve ne yazık ki İsfahan'a fazla zaman harcayamayacak olmak, yolda biraz buruk bir heyecanla ilerlememe yol açmıştı. İsfehan ilk girildiğinde oldukça büyük bir şehir ve o İran'ın kuralsızlık üstüne kurulmuş meşhur trafiği sizi karşılıyor.

İran ile ilgili: İran' da 250 CC nin üstünde motosiklet kullanmak turistler/transit geçişler haricinde yasak, ayrıca genel trafik kuralarının, kuralsızlık olduğu ülkede; motosikletler için, hız radarlarında görünmezlik ve otoyollarda free geçişler gibi özel ek güçler geliyor.
Yasaklanan Motorlar Yinede Baştacı-Motosiklet Sevgisi Engellenemez ✌️

Şehire girmemle birlikte halkın hatırı sayılır misafir etme taleplerini güzelce geri çevirerek, kendime dinlenebileceğim bir otel aramaya başladım. Fakat oteli bulmak biraz uzun sürdü, çünkü İran' da ki resmi tatil halen devam ettiği ve İsfahan'ın turistlik bir kent olmasından ötürü, tüm oteller doluydu. Ertesi günkü hedefim minumum 900 KM' lik yol, yani Tebriz idi. Ayrıca günlerdir tüm televizyonlarda bahsedilen fırtına hemen önümdeydi. Bu yüzden yola; iyi planlanmış, hazırlıklarımın tam olduğu şekilde ve sabah erkenden çıkmalıydım.


İsfahan'ın ünlü taş köprülerini akşam ışığıyla ayrıntılı olmadan, fakat altında ki nehirin güldür güldür suyuyla, görme şansına erişmiş ama şehre dokunamamıştım. Hava Nisan'ın ortasında olduğumuz halde, 15 derecelere inebiliyor, yıllardır bir şekilde inatla edinmediğim kışlık motosiklet pantolonu yerine kullandığım yazlık (file kumaş) pantolon beni ciddi ciddi endişelendirmeye başlıyordu. Endişelenmekte haklıydım çünkü yolun henüz yarısına, yani asıl soğuk kısmına henüz gelmediğim halde, yolda bir kaç defa rakımın yükselmesi ve ısıdaki düşüşler, bacaklarda hata sinyallerini çoktan aktifleştirmişti.


16 Nisan 2017 Sabahı ve uyandığımda ki genel durum:


Bu yolun zor olacağı sabahından belliydi. Yola çıkmam; hazırlıkların kötü hava şartlarına göre planlanmasından dolayı biraz uzamış, bu sırada stres seviyem artmış, dışarıda fırtına öncesinden gelen minik yağmurlar çoktan yollarda minik selcikler meydana getirmeye başlamıştı. Ben hazırlıkları tamamlayıp tüm çantaların su geçirmez kılıfları ile pantolonumun su geçirmesi muhtemel durumunu en az seviyeye indirmek için çaresizlik derecesinde çözümcükler yapmaya çalışmıştım. Tekerlekler dönmeye başladığından kısa bir süre sonra, İran' ın güzelim coğrafyası masum (şimdilik) yağmur ile birlikte daha da güzelleşti. Bu güzelliği şöyle anlatmaya çalışayım; hani Ankara' dan sonra Samsun'u aşıp kıyı yolundan Karedeniz yani yeşil ile karşılaşmak yada sakar geçitinden Akdeniz' e inmek gibi...


Bir gün önce GPS, İnternet ve yerel haberlerden anlayabildiğim kadarıyla, gitmekte olduğum Tebriz rotamda tufan düzeyinde fırtına olacağı aşikardı. Zaten daha yolumun ilk çeyreğine gelmeden tamamen ıslanmış, kendini göstermeye başlamış fırtına altında rüzgara karşı motor sürmekten yorulmuş ve bazı yolların tufandan etkilenmesinden dolayı rotamı 200 km kadar uzatmak zorunda kalmıştım. Peki ben böylesi bir havaya hazırlıklı mıydım ? Tüm çantalarım su geçirmezliği iyi durumda, montumun su geçirmez membranı gayet iyi şekilde çalışmakta, fakat yazlık pantolonum doğadan gelen her şeyi içeri, bacaklarıma kabul etmekteydi. Rotamdaki en uzun ve hava şartlarının afet haline dönüştüğü bu yolda motorumu sürerken, tekerleklerimin hatırı sayılır performansı, benim tedirginliğimi biraz olsun azaltmaktaydı. Artık hava tamamen büyük bir doğa felaketine dönüşmüş, ben siyah bulutların içinde yol alıyordum. Motosikletim dümdüz yollarda bile, rüzgarın etkisiyle 60 derecelik bir açıyla, bir yelkenli gibi yol almaktaydı.

Motosiklet ile ilgili: Bu gibi hava koşullarında yol alırken; yağmur ve fırtınanın yoldaki görünürlüğü sınırlaması ve yollarda oluşan büyük su birikintilerine orantısız bir hızla girmeniz; çok büyük tehlikelere yol açabilir. Motosikletim yağmur modunda olması, tüm sürücü yardımcı sistemlerinin bu modda çalışması gerçekten işimi büyük oranda kolaylaştırmaktaydı.

400 km'yi henüz aşmış, altımdaki yazlık pantolonumdan bacağıma süzülen sular botumun arasından sızarak ayaklarımı çoktan ıslatmaya başlamıştı. Rakımın gittikçe yükselmesiyle, düşen hızlı hava sıcaklıkları, ıslak vücudumu acıtır olmuştu.


Ne kadar üşüseniz de, yollar bazen hiç bitmeyecek ve üstünüzdeki gök hiç durmayacak şekilde yağsa da; sizi tek durduran şeyin yakıt olması aslında bir nevi iyi haberdir. İyi haberdir çünkü ne olursa olsun yolda gidiyorsanız, artık ulaşmış gibi düşünmeye başlar hale gelirsiniz ve tüm kötü koşulların sizi yıldıramayacağını kanıtlarcasına yol alırsınız. İyi güzel havalarda, güzel virajlarda yol almanın dışında bu gibi hava koşullarında yol almak; sizi, motosikletiniz ve doğayla daha fazla etkileşimde olmanıza yol açar. Geçtiğiniz her kilometre size, '' ben buradaydım'' diyebilme hakkını, oraya ışınlanmışlar yani uçakla gitmişlerin diyebileceklerinden daha çok verir.

Motosiklet ile ilgili: Uzun yol motosikletlerinde sürücü konforu biraz daha ön planda olduğundan bu tarz motosikletlerin; elcik ısıtma, rüzgarı kesen büyük camlar ve yük taşıma kapasiteleri daha fazladır. Bu yol hikayesi toplam 100 birim ise; 90'ında elcik ısıtmalarım hiç kapatılmamış olup; Allah bu ısıtma işini bulandan razı olsun.

Motosikletimin oldukça yüklü ve cüsseli olması, bu denli şiddetli bir fırtınada hem iyi, hem de kötü durumlara yol açmaktaydı. 800. Km ler de artık ıslanmak ve yolun bitmemesinden daha büyük sorunlarım olur halde, motosikletimde ki çekiş gücü kontrol sistemi ( arka tekerleğin yere verdiği güç miktarını dengeleyen ve motoru stabil tutan bir sistem ) ve ABS sistemiyle ilgili hata mesajları ekranda yanıp sönmeye başlamıştı. Fırtınanın şiddeti ve rüzgarın yönü tam sağımdan dik bir açıyla bana gelmesi, benim yakınlara bir yerlere sığınma düşüncesinin daha fazla kafamın içinde yankılanmasına yol açmaktaydı. Fiziksel ve ruh kondisyonu olarak çok kötü bir durumda olmasam da, ciddi ciddi karar verme zamanı gelmişti, tamam mı - devam mı ya. Fırtınanın çok etkilemediği bir yer bulup motorumu durdurdum. GPS cihazımdan ( ki bu aleti size ayrıntılı olarak sonrasında anlatacağım ) bölgesel hava durumunu tekrar kontrol ettiğimde; fırtınanın önümde ki 200 km sonrasında durduğunu görmüş ve rahatlamıştım. Artık yolda ''güzel günler görüceğiz güneşli günler'' düşüncesiyle karanlık bir fırtına bulutunun içinde, kaskımın içinde Metallica'dan '' Seek and Destory'' çalarken yol alıyordum.


Tahran ile Tebriz arasındaki otoyolda, hedefime artık 300 km kalmış, yolun üzerinde biriken sular artık birikimlerini yatırıma dönüştürmüş ve ben suların üstünde rüzgarda süzülen kendine münhasır bir yelkenli gibiydim. Rüzgar beni yavaşlatıyor, yoldaki su ise benim birden irkilerek gücümün ve dikkatimin sınananmasına yol açıyordu. Artık Tebriz'e hani son düzlük denilen kısım kalmıştı. Güneş ışığı karanlık bulutların içinden kendini tam göstermeye başlamış fakat halen yağmurun şiddetli olduğu bir zamanda, ilk defa radardan dolayı beni otoyol polisi durdurdu. Ben otoyol da hatırı sayılır bir hızla yani normal şarlar da dünyanın bir çok ülkesinde radarların en üst seviyede ceza yazacağı bir hızdaydım ( ki adamlar zaten haklı), 2 polis üstünde çatı olan bir kulübenin altına radar cihazını kurmuş ( dürbüne benzeyen bir alet) yoldan geçen araçların hızını ölçmeye çalışırken birden beni gördüklerinde ki hareketlerini hiç unutmuyorum. Sanırım hızım o anda 170 artı idi ve 1. polis beni ölçüm cihazıyla gördü. O anda bende radarı fark etmiş olmama rağmen, daha önce ki onlarca defa yaşadığım İran radar cihazı deneyimleri ve bu havada o kulübeni altından çıkmayacaklarını düşünerek hızımı kesmedim. 1. Polis el hareketleriyle 2. Polis'i kendini yırtarcasına çağırıyor ve bir de kendisinin ölçüm yapmasını istiyordu. İkisi de ölçümü tamladıklarında ben yaklaşık 170 km hızla yanlarından geçmiştim. Fakat tam yanlarından geçerken öyle bir yola atladılar ki; aynadan baktığımda otoyolun ortasına kadar çıkarak arkamdan bağırmaları ve tabi son 1000 km de benden başka büyük motor görmediğim (o dönemde İranda tanınan bir eşkal olduğumdan) için, motorumu durdurmak zorunda kaldım. Geri gidemezdim, yağun yağmurun altında onlara doğru koşarak İngilizce konuşmaya başladım, tabi ki pek iletişimimiz olamadı. O kadar hızlıydım ki durmam için yola atladıklarından sonra ancak 300 metre de durabilmiştim. Polislerin yanına koşup gittiğimde, bana Farsça bir şey söyleyip sonrasında aralarında Türkçe konuştular. Artık Türk'lerin yaşadıkları bölgelere yaklaştığım için polislerinde Türkçe konuşmaları gayet normaldi. Tabi bir anda benimde Türk olduğumu anlayınca bir anda, resmen bana sarıldılar, çay verdiler. Onların yanında kısa bir süre vakit geçirdikten sonra, beni sıcak bir şekilde yola uğurladılar.


Geldik Tebriz'e;


Tebriz'e girdiğimde şehirden bir fırtına geçtiği çok belliydi, çukur bölgeler tamamen su altında ve her yerde bir koşuşturma hakimdi. O kadar yorgunluğun üstüne tekrar bir otel aramak, benim için gerçekten bir eziyetti. Bulduğum tüm ışıklı otel, hostel olan tabelaların olduğu bir bölgeye motorumu çektim yere bastığımda gerçekten garip hissediyordum. Aya ilk basanlar ne hissetti bilmem ama, bu kadar kilometre (1.200 ) ve çeşitli afetlerin benim üzerimdeki etkisinden sonra, karaya ayak basmak; anlatamayacağım bir hisle oldu. Motorun üstünde ki yük ve pantolonum hariç bütün ekipmanlarım için bu yol, su geçirmezlik testi açısından da önemliydi tabi.


Bu satırları bile yazarken o ''anlar'' ı biraz olsun hatırlamak, varmak ve sonrasında yere ilk ayak bastığımda ki olmayı hissetmek bile, şu anda biraz mazoşist bir şekilde gülümsememe yol açıyor. Çok aptalca gibi gelebilir bu kafa size, böyle bir yol sonrasında, o zamanları tekrar hatırladığında insanın güzel bir anıyı hatırlarcasına gülmesi... Galiba bu, yazımın bazı bölümlerinde anlatmaya çalıştığım ve çalışacağım, asıl yolcuğun insanın kendi içine yaptığı yolculuk olması. Aslında yolda karşılaştıklarının seni nasıl sen yaptığını, geride kalan seninle bağı olmayan, rahatsız edici, seninle dalga geçen, al aşağı yapan, gülen ve senin üzerine oturan tüm insanların nasıl da komik olduğunu hatırlaman; devrimine, başarına, kadeh kaldırıp gülmen ile alakalı bir şey. Hatırladığım tek kötü şey; ben yollarda güzelim doğa ananın kızgınlığıyla boğuşurken, Tebriz bölgesinde 60 civarı insan, yaşanan sel ve tufan yüzünden ne yazık ki yaşamını yitirmesi.


En sonunda bir otel buldum. Genel olarak otel ararken kendimden başka, hatta daha çok motosikletim için uygun, konforlu bir yer ararım. Onun gece dinleneceği barınacağı yerin, otelin garajının kapalı olması ve aslında kalınacak yeri, 2 birey için kontrol ederim. Evet inanmazsınız ama öyle bir durum oluyor, aranızda ki bağ o kadar garip bir hale geliyor ki, hani yabancı ülkedeyim korunaklı yere koyayım çekincelerinin dışında; o da rahat etsin, yarına hazır olsun ki güzelce beni taşısın, endişesi hakim oluyor. O kadar ıslanmıştım ve üşümüştüm ki, aslında vücudumun her yerinde bir sürü bitmişlik sinyalleri beni uyarıyor ve 2 gün boyunca yerinden kımıldama uyu diyordu. Hava durumu bölgede ki fırtınanın geçtiğini ve benim tercih etmediğim yol üstünde ki bir çok yerleşim yerinde fırtına kötü etkilediğini belirtiyordu. Hani dedim ya hislerinizi izlersiniz.... Evet hislerimi izleyip gitmediğim yollun kapandığını ve fırtınanın asıl orada şov yaptığını öğrenince, insan bi garip oluyor tabi. Tebriz İran'ın 2. büyük şehri ve bölge çevresinde kullanılan yaygın dil, Türkçe. Evet neredeyse Doğuda Tahran, güneyde Esfehan'a kadar ki coğrafyada her mekanda Türkçe ile hayatınızı iademe ettirebilirsiniz. Tabi Türkçe Azerbaycan Türkçesine daha çok benziyor ama bu şekilde anlaşabilmek, gerçekten sizin kendinizi daha konforlu hissetmenizi sağlıyor.


Tebriz ile ilgili asıl planım, 2010 yılında ki gezide bizi evlerinde ağırlayan Araz ve Ailesine ulaşmak ve onlarla görüşebilmekti aslında. Fakat dedim ya zamanlamalar, bu sefer rahatsız edici derecede, esnemeye pek izin vermiyor ve ben bu yüzden çok fazla vakit geçiremeden Tebriz'den ayrılmak zorunda kalıyordum.

Genel Durum: Günlerden 15 Nisan 2017, yola çıkalı 4 gün olmuş ve hedeflediğim Tebriz şehrine varmıştım. Evet varmıştım varmasına ama; İranda son yıllarda yaşanmış en büyük sel ve fırtına felaketinin dövdüğü 1200 km'lik bir yolu, yazlık bir motosiklet pantolonuyla, ortalama 8 derecelik bir havada katederek... Türkiye'ye tüm değişkenler sapıtmaz ise ortalama 5 saatlik bir yol sonrasında, 16 Nisan'da varabilecektim. Tabi varacağım 16 Nisan'da, Türkiye de yapılacak Referandumdan dolayı, Ağrı Gür bulak kapısında enteresan bir durum beni karşılamaz ise...

Saatimi sabah 6 ya kurup, yağış ihtimalinin düşük olmasından dolayı hazırlığımı daha hafif geçiştirdim. 7 yıl öncesinde hatırladığım Tebriz yolu, beni pek şaşırtmamış, genelde tırların ayak izleri dev ivmelerin bolca olduğu, Rakımın 1000 metrelerden bazen 2000 metrelere çıktığı bir yol olmaya devam etmekteydi. Türkiye' ye son düzlük olarak gördüğüm bu etabı, motosikletime şarkı söyleye söyleye aşmak, gerçekten keyifliydi. Sınıra yaklaştığımda artık karnım baya acıkmış ve etraftaki benzinlikleri, son ucuz benzin fırsatı için kollarken, güzel bir mekan buldum ve durdum. Yakıtı doldurmak için pompayı elime aldığımda bir anda yine 10 larca insan etrafıma doluşmuş ve bana bir şey ısmarlamak ve fotoğraf çekinebilmek adına Walking Death misali bana yaklaşıyorlardı. Türkiye' de böyle bir durum ile karşılaşma ihtimalinizin yani ''insan ilgisinden şımarma'' durumunun düşük olmasından dolayı, bende onlarla daha fazla zaman geçirmeye karar verdim. Bir yandan yakıtımı doldurmaya devam ediyor bir yandan gülümsemelere sarılmalara karışıp, motor kıyafetlerimi çıkartıyordum. Anlaşılan sınırı geçmeden, İran ve İranlılar ile son defa kaynaşması yaşamak istiyordum. Bu arada Motosikletimin devasa yakıt deposu haricinde, 7 lt ilk ekstra yakıt deposu 1,5 lt ilk ocak yakıt haznemi de doldurmayı ihmal etmiyordum. İnsanların hepsiyle konuşup, sayısını hatırlamadığım çoklukta fotoğraf çektirdim. Uzun konuşmalar ile onların gülümseyerek anlattıkları hikayelerini dinledim. Bazıları Türkiye'yi ne kadar sevdiklerini, gidip gördükleri şehirleri anlatıyor ve selam götürmemi istiyordu. Bazıları yönetimlerinden muzdirip, şah dönemini överek anlatıyor ve motosikletin fiyatını sorup ne kadar hız yaptığını sormayı da asla ihmal etmiyorlardı. İran'ın bu bölgesinde, tıpkı bizim Doğu bölgemizdeki gibi bir az gelişmişlik ve ülke içinde ülke izlenimi veriyordu. İran'da ki yönetimin eyalet sistemine benzemesi ile bu bölgenin Türk bölgesi olarak görülmesi ve kullanılan yaygın dilin Türkçe olması sıcak bir durum tabi ki. Fakat bu bölgenin, Tahran yada diğer Fars nüfusun baskın olduğu bölgelerin dışına itilmiş gibi bir durum içinde olmasını; özellikle diğer bölgeleri gördüğünüzde, ister istemez hissediyordunuz. İnsanlar ile konuştukça, biraz yorgunluk hissetmeye ve bir önceki günün etkilerini vücudum bana hatırlatmaya başlamıştı. İnsanlar bunu hissetmiş olacak ki, bana biraz uyumam gerektiğini söyleyip, birazdan yandaki lokantada sıcak çorba ve fırında ekmek çıkacağını söylüyor, en azından o zamana kadar uyumamı söylüyorlardı. Bu hiç tanımadığım insanlar neredeyse beni Annem kadar düşünüp, bana bunları söyleyip, bir döşek gösteriyor ve bu şekilde yola çıkmamı söylüyorlardı. Bu gerçekten acayip bir şey...

İran ve benim ile ilgili: Genel olarak tüm uzun soluklu motosiklet yada motosikletsiz seyahatlerde yabancı bir ülkede yabancı halkın içine karıştığınız da; ister istemez bi tedirginlik ile malınız ve arkanızı kollama iç güdüsüyle hareket etmek durumunda kalırsınız ya, İran da durumlar gerçekten çok farklı hatta tam tersi. Bu gezide, bu insanları daha da derinlemesine tanıma fırsatından sonra, ilk defa bir yerin kültürel olarak yozlaşmasından bu kadar korktum. Bu güzel ülkenin güzel insanları o kadar güzel ki, hiç bir zaman sizi öteki gibi yada yolunacak malları çalınıp kandırılacak biri olarak görmeyi bırak, sizi her zaman baş üstünde tutup gerçek bir samimiyetle içlerine kabul ediyorlar. İran sanırım kendimi en güvenli hissettiğim ülkelerin ilk sırasında. Ama yinede tedbiri elden bırakmamak gerek; yollarda sığınır şekilde sıcak bulduğum bir ortamda uyurken, motorun üzerinde tüm giyim kuşanımı mı bırakmışsam, hareket sensörlü minik kilitler gibi şeylerle biraz olsun güvenliği arttırmaya çalışırım. Ama derler ya hırsıza kilit dayanmaz...

Ben genelde motorumla yolda konuşanlardan, bazen kaskımda ki çalan şarkıları durdurup ona ıslığımla müzik yapmayı sevenlerdenim. 2010 yılında motosiklet ile sevgili dostum Cihan ile İran'a yapacağımız ilk gezimizde; Azerbaycan'da motosikletim ile öyle bir ritm tutturmuş giderken, yol yapım aşamasında mıcırlı bir yolda Atım beni üzerinden bir anda atmıştı. Sanırım motorum çaldığım şarkıyı beğenmemişti 😩. Şaka bir yana uzun yolculuklarda gece, hele ki uyku ve ruhi durumların tam olarak uygun olmadığı durumlarda kesinlikle ''dur ve kal'' yapmak gerek.


Bu yol hikayesinin ilk parçası olan İran bölümünü, Ağrı Gürbulak kapısından girerek sonlandırmış durumundaydım. Tabi gümrükten girerken insanlar biraz beni algılamakta güçlük çekiyorlar; doğuda ki bir gümrük kapısından Birleşik Arap Emirlikleri plakalı bir motosiklet ile bir Türk olarak giriş yapıyordum çünkü. Gümrük kapısında sadece 2 polis ve 2 gümrük memuru vardı. Çünkü referandumdan dolayı anladım ki personel tamamen iç güvenlik tarafına kaydırılmıştı.

Yukarıda ki fotoğraf; İran etabının başarıyla tamamlanması ardından, ana vatana ulaşılmasının suratımda bıraktığı etkiyle ilgilidir.


Sınırı geçtikten sonra havada yağış arttı. Amacım Erzurum'a varmak ve cağ kebabına gömülmekti. Dubai'de yaşadığım zaman boyunca biraz düz yollardan ve çölden kaynaklanan coğrafi tek düzelikten biraz bıkmış biri olarak, İran bana acayip iyi gelmişti. Güneyden yukarılara çıkıp denizden uzaklaştıkça, nem oranında hissedilir düşüşler, motorun üstünde bana acımasızca vuran ayaz sonrası dudaklarımın çatlaması; Ağrı'dan Erzurum yoluna ulaştığımda en üst seviyeye ulaşmıştı. Yağmur yoktu evet ama bu sefer; gerçekliğini kemiklerimde hissettiğim, kuru soğuk ile yolların her tarafında bulunan kara karşılık, benim yazlık pantolonumun içine giydiğim kırmızı penye içliğim vardı 😁✌️


Gerçekten ilk defa soğuktan çığlık nasıl atılır, kaskımın camında donan su buharlarını, görüşü engellemesin diye nefesle nasıl eritilir öğreniyordum. Motosikletime bu sefer söylediğim şarkılarda D-tonelik ler artmış, elcik ısıtmalarının insafına tamamen teslim ettiğim ellerim bana sağlam küfürler etmekteydi. Hipothermi ye girmek üzere yada girmiş durumda, yolun bitmesi için Death Metal tarzında dualar ile yolda gidiyordum. Hipothermi ye girdiğim aşikardı, titremelerimin artması güneşden gelen o ulu ısının azalmasından sonra, olay tehlikeli boyutun ötesine geçiyordu.

Motosiklet ile ilgili: Uzak yollarda ve motosikletin üstündeyken; her türlü hava koşulu sizin üstünüzde gerçekleşir, üstünüzde derken gerçekten üstünüzde... Motosiklete binmek, çıplaklık kadar özgürlüktür, evet. Fakat bu vahşi atı sürerken, doğayla aranızda sadece tekstil ürünlerinden başka pek bir şey yoktur. Bu yüzden tüm hava şartları üstünüzde oluşur, geçtiğiniz o bölgenin kokusu üstünüze siner, ıslandıysanız tüm nemi tüm doğayı edindiğiniz hislerle birlikte bir sonraki mekana taşırsınız. Yani hayal ettiğiniz o yere giderken, kullanacağımız uçak araba gibi bizi hapis eden o hücrelerin dışında, özgür bir kuş gibi yol alırsınız. Bazen yarım derece hava ısınsın diye, bir sonraki tepenin ardında güneşi tam olarak görebilmek için dua edersiniz. Bazen de tam tersi oluverir; hava biraz essin, o güçlü ulu güneş bana dokunmasın da biraz gölgede yol alayım diye dua etmeye başlarsınız. Güneşin ne kadar önemli olduğunu, yaşam olduğunu anlaman, motosiklet ile tanışmana denk gelmesi de bundandır işte.

Bu arada, motosikletimden gelen değişik sesler kulağımı tırmalamaya başlamış ve ben soğuktan titremelerimi de dindirebilmek için (resimde de görüldüğü gibi 3,5 dereceler = acı demek) bir benzinlikte durup kendime sıcak bir kahve yapmaya karar vermiştim. Evet fazla vakit kaybetmeden yola çıkmalı, lastiklerimin basıncını 0,4 bar kadar düşürmeli, motordan gelen sesleri çok kafaya takmadan, geceye kalmamalıydım.

Motosikletimin motorundan gerçekten bir BMW Boxer (BMW motosikletlerininde kullandığı bir motor çeşidi) motora yakışmayacak aksaklıkta, tıksırma gibi sesler gelmekteydi. Yolda bu konuyu, donma düşüncesi dışında güncel bir konuya kafa patlatıp, üşüme düşüncesi dışına çıkmak adına, enine boyuna düşündüm. Ve İran'da kullandığım benzinin, oktan ve kalite düşüklüğünden dolayı, sesin supaplardan geldiği konusunda karar verdim.

Erzurum' a girdiğimde tüm insanlar yok olmuş gibi, sadece şehir ışıkları ve terk edilmişlik vardı. Tüm yol boyunca devam eden genel sessizlik, Erzurum şehir merkezine vardığımda da devam etmekte; tüm Türkiye kilitlenmiş şekilde referandumun sonucuna takılmış durumundaydı. Bulduğum Otelin, bir çok motor turumda da Erzurum'da uğrak noktam olmuş Gel Gör cağ kebabı lokantasına 300 m uzaklıkta olması, benim için yeterliydi. Polat Otel'e yerleştim, gayet uygun fiyat ve temizlikte ki bu otel, tavsiyemdir. Aslında motosiklet turlarımda Erzurum ve Kars'ın şimdiye kadar hep transfer mekanı olarak olması, beni hep rahatsız etmiştir. Ne yazık ki bu seferde, o görmeyi çok istediğim Ani harabeleri ve daha bir çok yeri ne yazık ki göremeden, sabah bu güzel şehiri ve coğrafyayı terk etmek zorunda kalacaktım.

Öyle de yaptım; günlerden 18 Nisan, evden ayrılalı 6 gün 3300 KM olmuş ve ben 4 derece havada, Ankara yoluna inanılmaz dinlenmiş bir biçimde koyuldum. Yollar o kadar güzeldi ki; kar vardı ve evet hatırı sayılır soğuktu da ama memleket işte; güzel... O küçükken oynadığımız sek sek oyunundaki gibi yollarda eğlenip, şımararak yollarda oynuyordum resmen.

Motosikletim bu sefer şarkı söylemek yerine; kaskımda Pink Floyd sololarının tınılarıyla, bir kırlangıç gibi uçuyordum. Geçitleri geçerek, artık rakım ve hava koşullarının yumuşadığı bölgelere gelmiş, hava ortalama 10 derecelerde, güneş artık resmen bana gülümsemeye başlamıştı🌞. O kadar keyifli bir yoldu ki; Sivas'dan çıkıp Ankara' ya yaklaşmaya yüz tutmuşken, '' artık ben Bandırma'ya, son hedefime kadar giderim beh! '' adlı gaz motivasyonumla uçuşdayken, tüm yolda beni izlemeyi hiç ihmal etmeyen, 1 numaralı fanım; yani Babam beni arayarak ısrarlı bir dille ''dur'' dedi. Ve Ankara' da durdum.


Aslında iyi de olacak, Ankara ile kısa bir zaman için bile olsa özlem giderebilecektim. Tunalı da kendime bir otel buldum ve hemen eşyalardan kurutulup, motorumla bir bara gittim. Kovboy kasabasına yeni gelmiş bir yabancı şeklimle mekana oturup, bir bira söyledim. Sokaklara, zaman zaman referandum için yapılan gösterilerden çıkan haykırışlar ile bol miktarda gençler hakimdi. Garson arkadaş siparişi getirdi ve İngilizce sordu; nereden? 😁 Bende yurdum insanı sırıtışımla anlattım biraz; ''Türk'üm ya ben '' . Yandaki motosiklet yada gezme-keşif algısı açık insanların beni dinlemesi sonucu, bir anda beni merak eden gençler ile süper bir sohbetin içinde kendimi bulmuştum. O kadar keyifliydi ki sohbet; onlar hayallerini anlattı, bende benimkileri. Anlattıklarımı aç gözler ile dinleyen genç insanlar beni keyiflendirmiş, benim de onlara yolun başında uçsuz bucaksız seçenekleri sahip insanlar olarak imrenerek bakmama neden olmuştu.


Hayaller ve seçimlerimiz, kişiliğimiz bence. Biraz derinlemesine olarak, bu olayı şu şekilde anlatmak isterim;


Birilerine vesile, rol model yada ne bileyim kafasında çakacak herhangi fikir ateşlemesi için ilk alev olabilmek; herhalde şu dünyada ki en güzel şeylerden biri. Küçükken görüp olmak istediğim insanları, hayalini kurduğum motosikletler ile dünyayı dolaşan gezginleri düşündüğümde, nasıl onlar benim kurduğum hayallerin kaynağı olduysa; belki de her birimiz tutkuyla yaptığımız ve yapacağımız her şeyde, bizi görebileceklerin hayalinin başlangıcı oluyoruz. Yolun dışına çıkıp kendini başka yollarda bulabilmek, sonra daha başka yolları hayal etmek, her birimizin hikayelerinin ilk yıllarında başlıyor. Daha ilk okula gitmeden önce bisiklet ile mahallede tembihlenen bölgelerin dışına çıkarak bile başlıyorsun, başka yollara gizli gizli gittikçe, daha fazlasını istiyorsun. Kendi yolların, seçimlerin; bir sonraki yol ise, hayallerin oluveriyor. Böylece seçimlerin ile gelen, kendin olma duygusunu, kendi seçtiğin yollarda, öğretilenlerin dışında ki bir yerlerde, yabancılarda, şiirlerde, şarapta bulmaya başlıyorsun. Yıkmaya başladıkça başkalarının ördüğü duvarları, dikte edilenleri ezdikçe ilerliyorsun ve anca o zaman kendi zirvelerine çıkıyorsun. Tabi bu şekilde bir çocukluk dönemi, şimdilerde zor. Sanırım artık çocuklar yazdıkları bilgisayar kodları; kuralların ve dogmaların dışına taşımaya başladıkça özgür olacaklar... Bahsettiğim; tüm tabuların yıkılması, tüm öğretileri hiçe sayıp, elimize hiç bir ışık almadan ilerlemek de değil tabi. İnsanın büyüdüğü yaşadığı çevre, soluduğu hava, gördüğü ormanlar, yüzdüğü deniz dahi; bizim kodlarımızı belirliyor. İç güdülerini dinleyerek bir şeylerin farkına varma yada genelin dışına çıkmak; sana mahalle de ''farklı'' denmesine yol açıyor. Şimdi geçmişe dönüp küçük Onur'un kulağına fısıldaya bilseydim eğer, '' varsın sana garip desinler, sen mutlu olduklarını yapmaya ve daha fazlasını hayal etmeye devam et'' derdim...

Evet nerede kalmıştık .... Ankara'dan bizim oralara varıp, yol hikayemin son bölümüne gelmiş olacaktım. Planladığım sürecin 1 gün önündeydim, yani bir yerlere yetişmek için acele etmeme gerek yok ve 20 Nisan'da ki Avrupa uçuşuma yetişebilecektim. İnsan gibi, erken bir saatte kalkmadan, Ankara'dan yola çıkacak ve Bursa' da Ailem ile buluşacaktım.


Günlerden 19 Nisan, evden ayrılalı 8 gün, 4.400 Km olmuş ve Bursa' ya bol yağmurlu şekilde varabilmiştim. Aile ile Bursa'da yaşayan kardeşimin evinde, karşılama buluşması çok keyifli bir şekilde gerçekleşmiş, Anne ile koklaşılmış, Baba ile kritikler yapılmış, kardeşle bir sonraki macera planlanmıştı.


Her uzun soluklu yolculukta olduğu gibi bu seferde motordan inerken, motosiklete olan minnet duygusu ve uzun zaman görüşmeyelim Bebeğim bakışıyla, birbirimizden ayrıldık. Ne kadar uzun süre binmemeyi düşünseniz de bu merete, her uzun bir yolculuk sonrasında; kısa bir süre sonra yine can çeker.


Ve böylece bu maceranın 1. bölümü; sağ selamet, kazasız belasız tamamlandı...


Bu hikayeyenin ilk bölümünü, beni çokça etkileyen, bu coğrafyadan İran'dan göçüp gitmiş, gurbet ile ev özlemini haykırmış, İranlı sanatçı Marjan Farsad'ın bizim ev: khooneye ma şarkısıyla sonlandırıyorum ...


Önemli Not: Şimdiye kadar, bu yazıyı okuduğunuz sayfanın ilk başında bulunan müzik (soundcloud ikonu) çubuğuna tıklamadıysanız, aşağıdaki söz konusu şarkının sözlerini okurken mutlaka müziği başlatınız.



Bizim ev - Khooneye ma sözleri:

bizim ev uzakta uzakta sabır dağlarının ardında altın Ovaların boş çöllerin ardında suyun öbür tarafında yorgun dalgaların sedir ormanlarının ardında uykudaki bir rüyada

mavi okyanusun ardında, armut bahçelerinin üzüm bağlarının öbür tarafında arı kovanlarının arkasında bulutların ötesinde özlemimizin ıslak caddelerin ve yağmurun ve denizin ardında

evimizde hikayeler var vişne ve Antep fıstığı var sıcak kahkahaların arkasında yorgun insanları var evimizde mutluluk havuzunda balıklar var sokaklarında top oyunu ve güzel kedileri var bizim ev sıcak ve samimi duvarlarında eski fotoğraflar var yazın balkonda oynarken deniz kenarında çekilmiş ve yağmurun altında elde bir bavul, boğazlar düğümlenmiş güzel ve samimi insanlardan ayrılırken var.



Barış ve Aşk'la kalın...


Onur

2018



Yakında; Bölüm 2 ...


925 görüntüleme2 yorum
bottom of page